23 Mart 2015 Pazartesi

Güneşi Yutan Balina

Kendimi öyle anlarda yakalıyorum ki bazen; kendim bile şaşıyorum o anın özelliğine, biricikliğine. Bir aynadan, çırılçıplak kendimi izliyormuş gibi oluyorum. "İşte, sen busun!" diyorum kendime, "bırak bu varoluşçu ayaklarını" : Sinemada oturmuşsun; önden altıncı sırada, E koltuğundasın. Arkanda; muhtemelen bir, bilemedin iki sıra arkanda bir çift var. Onları görmüyorsun ama duyuyorsun; biliyorsun seviştiklerini. Dinlemeye devam ediyorsun; öpüşme seslerinin aralıklarına, arada bir kulağına çalınan hafif çekingen kıkırdama seslerine dikkat kesiliyorsun. Sonra bir anda ayırdına varıyorsun, salonda bir sen bir de onlar var. "Benden rahatsız oluyorlar mıdır acaba?" diye geçiyor aklından. Çaresizlik içinde salonun kapısına bakıyorsun, "Birisi gelsin" diye yalvarıyorsun içinden. Sonra bir anda aklına geliyor: "Acaba" diyorsun, " arkamı dönüp, siz hiç rahatsız olmayın, sevişin istediğiniz gibi; benim için sorun yok desem mi?" Sonra onların bunu sitem olarak algılayabileceklerini ve salondan çıkıp gidebileceklerini düşünüyorsun. Oysa o kadar muhtaçsın ki sevişen birilerini dinlemeye. O karşılıklı mutluluk, sarhoşluk haline. Hani sitem olarak algılayıp salondan gitmeye kalksalar ayaklarına yapışacaksın: "N'olur gitmeyin, buna çok ihtiyacım var" diyeceksin. Hayır, bunu riske atamazsın. Fakat bir yandan da onları rahatsız ettiğin düşüncesi o denli içini kemiriyor ki, filmi falan bırakmak, salondan çıkmak, sevişen çifti kendi haline, kendi güzelliklerine terk etmek istiyorsun. Günlerin birinde devrimcinin biri hakkında okudukların düşüyor aklına: Jandarma onu yakalamak üzere; büyük bir hışımla parkın birine saklanıyor, ağaçların arasına. Kafasını kaldırdığında karşısında bankta öpüşen bir çift buluyor. Çift öpüşmesini bölüyor ve kendisine bakıyor. Bir arkasına dönüyor devrimci ve kendisine doğru koşan jandarmayı görüyor; bir de önünde öpüşmelerini böldüğü çifte bakıyor. Onları rahatsız ettiği düşüncesinden o denli tiksinti duyuyor ki, arkasına dönüp jandarmanın kendisini kelepçelemek üzere uzattığı ellerine bırakıyor kendini. Montunu hazırlıyorsun, film için aldığın patlamış mısır da elinde kapıya yöneliyorsun. İçinde gururun bir tonu yüklü. O çifti rahatsız etmemek uğruna, verdiğin yirmi liradan olduğun düşüncesi neden oluyor buna. Lakin zihin bu; hınzır şey. Dawkins'in "Gen Bencildir" inde okuduklarını tekrarlayıp duruyor sana: "insanlığın her eyleminde bencillik saklıdır; bilse de, bilmese de" diyor. Peki, zihin, seni hınzır şey, yaptığım bu hareketle; bu denli gurur verici, yüce bir tercihle nasıl olup da ilişkilendireceksin bakalım şu bizim biyolog Dawkins'in söylediklerini. Kahkahalar atıyor zihnim; anlıyorum, bir yanıtı var hergelenin. "Sen onları rahatsız ettiğin için o salondan çıkmadın" diyor bana, bilmiş bir edayla. " Onları rahatsız ettiğin düşüncesinden kendin rahatsız olduğun için çıktın. Her zaman ki gibi bencilceydi yaptığın" "Yirmi liram karşılığında elimde bir haksız gururum kalmıştı onu da sen aldın. Allah belanı versin!"  diye karşılık veriyorsun hergeleye ve kendini Kadıköy'ün insanlarına bırakıyorsun, o güzel insanlara: Seni alıp götürmelerini, bir ihtimal hiç geri getirmemelerini diliyorsun.






20 Mayıs 2014 Salı

Hatıralar Ve Eski Bir Sandık

Odamın köşesinde, hemen boş duvarın önünde eski bir sandık duruyor. Antika bağlamında eski sayılmaz elbet; lakin on yedi senelik bir ömür için pek eski, pek yaşlı bir sandık. Bir dost, bir sırdaş belki. Kahverengi şeritli yüzeyine dokunuyorum sandığın; tıpkı bir dostu okşarmışçasına okşuyorum ve mırıldanıyorum kendi kendime: "Hatırlıyorum" Neyi hatırlıyorum sahi? Annemin elimden tutup beni mobilyacılarda gezdirdiği o eski günleri mi? Kendimi hemen bir kanepenin üzerine atıp "Bu da evimizde olacak" diyişimi mi? Benim elimden tutan o kadının gün gelip bana "köksüz" diyişini mi? Köksüzlüğümün sebebinin, o mobilyalarla benim aramda nasıl olup da bir sırra dönüştüğünü anımsıyorum belki de; ama hayır, hatırladığım bunlar değil, hiç biri değil. Hatırladığım yalnızlığım ve o yalnızlığa sahne olan semptler: Hasanpaşa misal, Maltepe ve ardından Feneryolu; en sonunda da Koşuyolu.

Tıpkı bir gölge gibi izimi sürmüş yalnızlığım, bana nice delice şeyler yaptırmış. Oğuz Atay'ın dediği gibi belki de: "Ey insanlar, sonunda bunu da mı yapacaktınız bana?" Sandığın kapağını açıyorum. İşte yalnızlığım bunları yaptırmış bana; daha doğrusu yazdırmış. Bir yığın eski yazı: Okudukça hatırladığım, hatırladıkça öfkelendiğim kağıt yığınları. Okunması zor bir yazı, bir hışımla kaleme alınmış cümleler. Yalnızlığımın bu ucube parçalarından ikisini çok beğendim, sakladım; gerisiniyse sanki bir piçmiş gibi yırttım gitti. Ne de olsa onları yazan artık ben değildim.

Sakladığım yazıları hemen aşağıda paylaşacağım. Sanırım ilkini yoğun bir şekilde Kafka okuduğum zamanlarda yazmışım; duygu olarak bariz bir Samsa etkisi var nitekim. İkincisiniyse en sevdiğim kadın yazarın ölümü üzerine kaleme almıştım; bu ölümden bir hoşluk çıkaralım ve gelin bir oyun oynayalım: Tahmin edin bu kadının kim olduğunu. Yazının içinde birkaç ipucu mevcut.

Kafka Etkili Yazım:

İçeriden bir adam çıktı: Kel, yarı çıplak, altında beyaz bir don. Gülüyordu, hayır gülmüyordu, sırıtıyordu. Gözlerim büyümüş, kalbim hızla atmaya başlamıştı. Adam büyüyor, büyüdükçe vücudu gelişiyor, altına giydiği tek bir don da yırtılıyor, sırıtışı ve bir varlık olarak kendi tanrısal bir nitelik kazanıyordu. Bense küçülmüştüm. Yanımda kare zeminde gezinen bütün mikroskobik canlıların farkındaydım şimdi. Aynı zamanda bir şeyin daha farkındaydım: Üzerime gölgesi düşen bu varlık bir tanrı değildi; daha beteriydi, bin beteriydi. Bir titandı bu. Yunan tragedyalarından aklıma kazınan tek tük isimlerden Kronos idi karşımdaki. Beni ayaklarımdan tutup baş aşağı midesine indirmekti niyeti. Ama ben Zeus değildim. Kendimi ve içerdekini kurtaramazdım. Buna gücüm yetmezdi. Olsa olsa Hephaistos olabilirdim ben: Yüce tanrıların topal çocuğu...

Aralara Karaladıklarım:

Anahtar delikte dönüyordu; ben de beraberinde dönüyordum. Aramızdaki tek fark o içeri alınmışken benim dışarda bırakılmış olmamdı.

Çünkü sadece yazarken varım; ya zarken her şey anlamlı. Yaşarken hiçbir şey yok; koca bir dünya bir hiç ve her şey çok anlamsız.

Her intihar biraz sessizlik olması beklenirken, yaşama karşı atılmış intikam ve acıtma tonlu birer çığlık degil mi?

Sanki dokunsa sönecekti parlak ışıkları...

*Aslında bu üstteki yazıların her biri bir bütünün parçaları. Fakat tamamlayan yazıları yırtıp, çöpe attım. Dedim ya suç benim değil onların; birer piçti onlar artık.

Bu da küçük oyunumuz:

Mezarının başında oturuyordum. Sevdiğini bildiğim turuncu çiçekler vardı elimde, başucuna koydum. "Bana Pavese'den haber ver" dediğini duyar gibi oldum sanki. "Biliyordum" dedim. Bir kitabını açtım ve okumaya başladım. Onun da sevdiği satırları okuyordum şimdi. Bir zamanlar onun da gözlerinin gezdiği, yüreğinde hissettiği bu satırları. Sonra "Niçin yaşadığını bilmiyor musun?" dedim. O an için yanımdaydı.Ağaçların yapraklarını hışırdatan rüzgar ölümle yaşamı birbirine bağlamıştı adeta. Gözlerimin içine bakıyor, ağzından çıkacak kelimeleri işitmek için bütün benliğini zorluyordu. "Anlatmalısın, anlatmalısın, acıkmalısın, susamalısın. Sonun korkunç, sefil olmalı... Bunu bilmiyor musun?" Soru soruyormuş gibi aynı ciddiyetle yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu, başını omzuna yaslamıştı. Sonrasında birden ölümle yaşamı tekrardan ayıran, rüzgara karşı savrulmuş bir kahkaha koyverdi, kulak mememi öptü ve onu ısırdı. O da aynı ciddiyetle yüzüme bakıyordu şimdi, saçlarımla oynuyordu; ince dudaklarının hareketlendiğini görüyordum. "Bunu sana Pavese söylüyor" diye mırıldandı ve rüzgarla beraber yitip gitti.

20 Nisan 2014 Pazar

Bayağıdır gözlemliyorum kendimi. Bana yakın birini değerlendirirken aramıza giren merhametin o bulanıklaştırıcı görüşünden azade bir şekilde hem de; bir bilim adamı gibi tıpkı: Önce diğer farelerin arasından alıyorum kendimi, bir başına bir kafese koyuyorum. İğneler yapıyorum kendime ilkin; baktım olmuyor, her şeyi sabit tutup değişkenlerle oynuyorum. "Şimdi ne olacak?" diyorum "Şimdi ne yapacağım". Bazen oluyor sıkılıyorum kendimden, çoğu zaman da -üzücü ama gerçek- bu yüzden, evet, tam da bu yüzden yazıyorum. Kim yazmış hatırlamıyorum, bir yazar -Llosa olabilir, lakin emin değilim-  hayatın sahte, yazının ise tek gerçek olduğunu ve kendisinin tam da bu yüzden yazdığını belirtmiş. "Yaşarken her şey sahte" demiş, "Yazarkense ürkütecek kadar gerçek" Bu yüzden de işte; bu ürküntüyü histerik bir şekilde arzuladığımdan, sevdiğimden belki de.

Her insan katildir, derler. Evet, öyledir. Acı içinde, gözyaşları eşliğinde anlıyorum. Aynanın karşısına geçiyorum, yüzümü aynaya yaklaştırıyorım. Gözlerimin içine bakıyorum, göz bebeklerime gidiyorum, oradansa kendime varıyorum. "Ne denli insan varmış burada" diyorum, "Ne de çok yaşam saklıymış" Uzaklaşıyorum aynadan ve mırıldanıyorum: "Tıpkı bir şölen!" Hüzünleniyorum. "Büyümek" diyorum, "Büyümek dedikleri budur belki de..." Kafam karışıyor; o zaman, diye düşünüyorum, ne farkımız var bizim Hitler'den. Bir soykırım değil belki ama, bir katliam gizli içimde.

Her sabah, bir bebek gibi tıpkı, yeni bir hayata başlayacakmış gibi uyanıyorum. Birazdan, diye düşünüyorum, Fellini izleyeceğim, Truffaut sonra, sonra da Godard ve Bergman belki. Kalkıyorum yatağımdan, sokağın müziğine bırakıyorum kendimi. Moda'ya iniyorum; o büyülü sokaklarda -tıpkı bir aylak gibi- geziyorum. Hilmi Yavuz'un mısrası saklanmış Moda'nın rüzgarına: "Hüzün ki" diye fısıldıyor, "en çok yakışandır bize..." Tebessüm ediyorum. Woody Allen geliyor aklıma. Onun Manhattan'ı geliyor. "Burası da benim Manhattan'ım" diyorum. Woody ile aramızda ne de büyük bir ortaklık var aslında. İkimiz de bir sempt olmuşuz artık. Woody Manhattan, ben Moda olmuşum.

Eve geliyorum. "Şarap koyacağım kendime biraz" diyorum, "İçerken Conrad okurum belki, belki de Sartre" Yanımda Dönüşüm duruyor, kapağına dahi bakmıyorum. İnsanlar soruyorlar bazen; neden Kafka'yı sevmiyorsun diye. Hemen cevap veriyorum: "Kafka ile değil derdim" diyorum "Bilakis kendimi ne kadar çok seviyorsam, Kafka'yı da o kadar çok seviyorum." Belki de bu yüzden zevk almıyorum Kafka okurken. Herif bana beni anlatıyor, ne anladım ben bu işten?

Televizyonu açıyorum. Bir adam bağırıyor meydanda, ürküyorum. Kanalı değiştiriyorum hemen. Bu sefer iki cihatçı kız çıkıyor karşıma, korkuyorum. Kumandayı kaptığım gibi kapatıveriyorum televizyonu.

Müzik çalarıma koşuyorum. "Beethoven'la hüzünlenmeli, Wagner'le coşmalıyım" diyorum. 9.Senfoni'nin o eşsiz başlangıcı, beni benden alıyor. Huzurlu bir uykuya gömülüyorum.

Bir kız seviyorum. Meleği andıran yüzünün bütün kıvrımlarını ezberliyorum. Sanki her an uzaklaşabilir, her an yok olabilirmiş gibi. Elini tutmak istiyorum, elini tutmak, burnunu öpmek ve sonra Whitman'ın mısralarını fısıldamak istiyorum o güzel kulaklarına:

Sevgilim, veriyorum elimi sana
Paradan kıymetli aşkımı veriyorum
Tanrıdan ya da yasadan önce veriyorum kendimi sana
Ya sen kendini verecek misin? Çıkacak mısın benimle yola?
Nefes alıp verdikçe hiç ayrılmasak mı yoksa?