20 Nisan 2014 Pazar

Bayağıdır gözlemliyorum kendimi. Bana yakın birini değerlendirirken aramıza giren merhametin o bulanıklaştırıcı görüşünden azade bir şekilde hem de; bir bilim adamı gibi tıpkı: Önce diğer farelerin arasından alıyorum kendimi, bir başına bir kafese koyuyorum. İğneler yapıyorum kendime ilkin; baktım olmuyor, her şeyi sabit tutup değişkenlerle oynuyorum. "Şimdi ne olacak?" diyorum "Şimdi ne yapacağım". Bazen oluyor sıkılıyorum kendimden, çoğu zaman da -üzücü ama gerçek- bu yüzden, evet, tam da bu yüzden yazıyorum. Kim yazmış hatırlamıyorum, bir yazar -Llosa olabilir, lakin emin değilim-  hayatın sahte, yazının ise tek gerçek olduğunu ve kendisinin tam da bu yüzden yazdığını belirtmiş. "Yaşarken her şey sahte" demiş, "Yazarkense ürkütecek kadar gerçek" Bu yüzden de işte; bu ürküntüyü histerik bir şekilde arzuladığımdan, sevdiğimden belki de.

Her insan katildir, derler. Evet, öyledir. Acı içinde, gözyaşları eşliğinde anlıyorum. Aynanın karşısına geçiyorum, yüzümü aynaya yaklaştırıyorım. Gözlerimin içine bakıyorum, göz bebeklerime gidiyorum, oradansa kendime varıyorum. "Ne denli insan varmış burada" diyorum, "Ne de çok yaşam saklıymış" Uzaklaşıyorum aynadan ve mırıldanıyorum: "Tıpkı bir şölen!" Hüzünleniyorum. "Büyümek" diyorum, "Büyümek dedikleri budur belki de..." Kafam karışıyor; o zaman, diye düşünüyorum, ne farkımız var bizim Hitler'den. Bir soykırım değil belki ama, bir katliam gizli içimde.

Her sabah, bir bebek gibi tıpkı, yeni bir hayata başlayacakmış gibi uyanıyorum. Birazdan, diye düşünüyorum, Fellini izleyeceğim, Truffaut sonra, sonra da Godard ve Bergman belki. Kalkıyorum yatağımdan, sokağın müziğine bırakıyorum kendimi. Moda'ya iniyorum; o büyülü sokaklarda -tıpkı bir aylak gibi- geziyorum. Hilmi Yavuz'un mısrası saklanmış Moda'nın rüzgarına: "Hüzün ki" diye fısıldıyor, "en çok yakışandır bize..." Tebessüm ediyorum. Woody Allen geliyor aklıma. Onun Manhattan'ı geliyor. "Burası da benim Manhattan'ım" diyorum. Woody ile aramızda ne de büyük bir ortaklık var aslında. İkimiz de bir sempt olmuşuz artık. Woody Manhattan, ben Moda olmuşum.

Eve geliyorum. "Şarap koyacağım kendime biraz" diyorum, "İçerken Conrad okurum belki, belki de Sartre" Yanımda Dönüşüm duruyor, kapağına dahi bakmıyorum. İnsanlar soruyorlar bazen; neden Kafka'yı sevmiyorsun diye. Hemen cevap veriyorum: "Kafka ile değil derdim" diyorum "Bilakis kendimi ne kadar çok seviyorsam, Kafka'yı da o kadar çok seviyorum." Belki de bu yüzden zevk almıyorum Kafka okurken. Herif bana beni anlatıyor, ne anladım ben bu işten?

Televizyonu açıyorum. Bir adam bağırıyor meydanda, ürküyorum. Kanalı değiştiriyorum hemen. Bu sefer iki cihatçı kız çıkıyor karşıma, korkuyorum. Kumandayı kaptığım gibi kapatıveriyorum televizyonu.

Müzik çalarıma koşuyorum. "Beethoven'la hüzünlenmeli, Wagner'le coşmalıyım" diyorum. 9.Senfoni'nin o eşsiz başlangıcı, beni benden alıyor. Huzurlu bir uykuya gömülüyorum.

Bir kız seviyorum. Meleği andıran yüzünün bütün kıvrımlarını ezberliyorum. Sanki her an uzaklaşabilir, her an yok olabilirmiş gibi. Elini tutmak istiyorum, elini tutmak, burnunu öpmek ve sonra Whitman'ın mısralarını fısıldamak istiyorum o güzel kulaklarına:

Sevgilim, veriyorum elimi sana
Paradan kıymetli aşkımı veriyorum
Tanrıdan ya da yasadan önce veriyorum kendimi sana
Ya sen kendini verecek misin? Çıkacak mısın benimle yola?
Nefes alıp verdikçe hiç ayrılmasak mı yoksa?